4 Nisan 2015 Cumartesi

Neden Tango?


Neden Tango? Neden başka bir dans değil de Tango?
Neden aşkın ve tutkunun dansı?
Neden hiç tanımadığın insanlara sarılmak ve sokulmak?
Neden, bu anlaşılması zor olana karşı duyduğumuz o güçlü, karşı konulamaz çekim?
Neden?
Nedeni çok! Ve karmaşık… İçiçe geçmiş iplikler gibi... Çöz çözebilirsen..Çözmek sabır ve zaman ister...ve tabiki çözmek istemeyi de..
Hele bir de Tango yapabilmek için verdiğin o emek…O iki adımı her seferinde daha düzgün atabilmek için sarfettiğin o çaba, döktüğün o terler düşünüldüğünde…
Deli işi ... Yaşam da öyle değil mi ?
Yine de çözmek istersen, ilk ve öncelikli sebebin dans etmektir mutlaka… Dansa olan sevgin ve tutkundur en başta…Ancak denemiş ve görmüşsündür çoğu kez... İtici kuvvetin ‘dans etmek’ iken aradığını bulamamışsındır çoğu zaman  denediğin bir çok dansta…Ne Folklor, ne Oryantal, ne Sirtaki ne de Salsa..
Özellikle bunları denedikten sonra yolun düşmüşse Tango’ya demekki aradığın başka bir şeyler vardır öylesine  dans etmenin ötesinde...
İşte sorunun kaynağı bu? Peki neden Tango?

Basit anlamda dans müziksiz düşünülemez... O zaman belki de aradığın o müziklerdir denilebilir... Tango müziği... O çok sesli bir müzik.... Canlı orkestra müziği...
Çok zengin ve çok güçlü...ve doğal... İnsan eli, insan nefesi, insan teri var o müzikte apaçık... Ve tabii o bestelerin içindeki DUYGULAR....
Hıımmmmm..... İşte cevap burda saklı olabilir mi?

Tango senin ifade edemediğin, bırak ifade etmeyi, hissetmekten bile kaçındığın ve kaçtıkça o apansız  ‘ ayrılık ’ dünyasında kendini kopuk ve yalnız hissetmişliğinin bir çaresi, bir derman arayışı olabilir mi ?

Tango müziğinin  içinde barınan tılsım,   o sanatçıların sesleri ve müzikleriyle yaptıkları büyü, senin yerine de yakarıyor olmaları ve sana ifade edemediğin belki varlığından bile haberdar olamadığın duygularına ses ve söz, hatta kelam oluyor olmaları olabilir mi ?
İşte aslında bu kadar basit neden Tango sorusunun cevabı?
O müzik ve hareketler topluluğunun bütünü bundan ibaret…Acıyı hafifletmek için bulunan insani bir çözüm, bir eğlence aracı…
Daha ne olduğunu anlamadan seni içine çeken o büyü, o tılsım o…
Okumadıysan, araştırmadıysan bilemezsin Tango’nun tarihçesini..Çoğumuz bilmeden okumadan başladık Tango’ya…Ben ilk defa bugün bu yazıyı yazarken uzun uzun okudum google dan…
Herşey çok basit ve çok anlamlı…
O müzik işte herşeyin baş sebebi... Suçlu o!
İçinde herşey var ve en damardan, en yanık, en güçlü, en muhteşem şekilde var....
İnsanların, yaşamış ve yaşamakta olduğu sıkıntılarının, hayal ve kalp kırıklıklarının, hırçınlıklarının, isyanlarının, küstahlıklarının ve paramparça olmuşluklarının tadı, tuzu, acısı var o müziklerde… Senin için yazmışlar, senin yerine şakıyorlar gibi gerçek o müzik... Alıp götürüyor seni o duygudan ötekine.... Seyahat ediyorsun iç dünyanın kimi çiçekli kimi çorak bahçelerinde...
O müzikle bir de dans ettiğinde bazen  dikenli gül bahçelerine döner acının kırmızı rengi bazen gelincikler gibi hafif hafif savurur seni neşe ve keyifle…
Kim bilebilirdi ki sadece dans etmek için çıktığın bir yolda aradığın şeyin özgürlük  ve değişim dönüşüm olduğunu…Belki ‘ dokunmak ve dokunulmaktı ’ dansın yanısıra ihtiyaç duyduğun…Belki sadece biraz sosyalleşmek, yalnızlığından kurtulmak, belki daha bir çok şey…hepsi sende saklı…
İşin komiği, zamanında ahlaksız bir dans olarak benimsenmiş Tango…Bugün hala oraya oturtmaya çalışanlar var tabii… Şekilden ibaret olduğumuz sanrısı içinde olmanın verdiği kaçınılmaz sonuç…Anlatamazsın…
Hele hele googledan aldığım bu bilgiler çerçevesinde baktığında hak bile verebilirsin:
Böylece belirgin bir şekilde 1865 ile 1880 arası ortaya çıkan Tango müziği, içerisinde hırçınlık, asilik, küstahlık gibi bazı duygular ile kalp kırıklıkları ve paramparça olan hayaller neticesinde melonkoliyi taşır. Eşlerini, çocuklarını, yani ailelerini geçmişte bırakarak tek başlarına bu yabancı topraklara gelen göçmenler, doğal olarak erkek nüfusunun arttırmasına ve cinsiyetler arası büyük bir sayı farkı oluşmasına neden olmuştur. Boenos Aires’deki kadın nüfusunun bu azlığı, beraberinde fahişeliği gelişen bir endüstri haline getirmiştir. Böylelikle genelevler artarak kısa sürede işçi sınıfının eğlence mekanları halini almıştır. Bu mekanlarda da kadın sayısının az olması kapılarda uzun kuyruklar oluşmasına neden olurken, sırada bekleyen erkekleri eğlendirmek için küçük Tango müzik grupları çalıştırılmaya başlanmıştır. Genelev mekanları fakir kesimin yanı sıra orta ve daha üst kesimin de uğrak yeri olmuş her iki kültür burada birbirlerini tanımıştır. Böylelikle alt kesimin sokakta yarattığı Tango üst kesim tarafından bu mekanlarda tanınmıştır.
Tango, alt kesime ait olması ve genelevlerde yayılması sebebiyle uzun süre ahlaka aykırı bulunmuştur.
Bu dönemde kadınlar için dövüşen ve yine onlarla iyi dans edebilmek için birbirleriyle dans pratiği yapan erkekler vardır.
Öncelikle yine alt kesimlerce sevilip yayılan Tango zamanla üst kesimlerde de beğenilmeye başlar. Ancak Arjantin’deki stil ile Avrupa’da yapılması hoş karşılanmamış ve modernleştirme adı altında sadeleştirilmiştir. Böylelikle “Avrupa Tango”’su ortaya çıkmış, kısa sürede diğer Avrupa ülkelerine de yayılmıştır.
Bu dönemden sonra, özellikle Paris’lilerin bu dansa olan ilgisi sayesinde Tango, Arjantin sosyetesinde de değer kazanmıştır. İlk kez 1917 yılında Carlos Gardel’in smokin giyerek, her türlü argo ve erotizmden uzak sözlerle tango söylemesi, müziğin üst kesimlerce değer kazanmasını hızlandırmıştır. Avrupa'nın ilk tango çılgınlığı Paris'ten sonra Londra, Berlin ve diğer başkentlere sıçradı. 1913'lerin sonlarına doğru, bu dans New York'u ve Finlandiya'yı da etkisi altına aldı.
Buenos Aires’te Tangonun üst kesimlerce
de benimsenmesi ve dünyayı etkileyecek bir akım halini alması 1920 ile 1940 arasıdır. Bu dönem Tango’nun altın çağı olarak nitelendirilir.

Dans bilgi ile yapabileceğimiz bir iş değildir. Dans hisle yapılır. Dansı anlatamazın…Dans yaşanır… Hisli insanlar, hislerini hissetmeyi ve sevmeyi seçen insanlar dans edebilir kanaatimce…Kim olduğun , nerden geldiğin, ne iş yaptığın, kaç yaşında olduğun, kaç paran olduğunun hiç bir önemi, faktörü yoktur dans etmek için…Dans ruhun işlevidir…Sonsuz ve sınırsız olanın…Tam ve bütün olanın…
O yüzden de, neden Tango’nun bir cevabı da ‘ bütünleşmek ’ olabilir mi?

 ‘ Ayrılık ’ tan yani kıyas ve yargıdan, ötekileştirmekten doğan yanılgılarımızın verdiği acıya  son vermek ihtiyacımızdan olabilir mi?
 Tutunduğumuz acılarımızı bırakma, yaşamı sevinç ve neşeyle yaşama arzumuzdan kaynaklı olabilir mi Tango?

Her ne kadar içimizdeki fahişe ve kabadayı arketiplerini aktive ediyor olsa da … J
Bu da güzel değil mi sonuçta…Neyi niye bastırıyoruz, saklıyoruz ki …Korku niye?

Dolayısıyla, hayatta olduğu gibi Tango’da da ilerlemenin ve kendini keşfetmenin sonu yoktur..Ebedi bir danstır Tango…
Dans vardır…Dansçılar vardır…Bir de o içine işleyen müzik…Evrenin sesi gibidir o…Onunla bir olduğun sürece akarsın…Karşındaki dans partnerin de görünürde sıradan bir insandır ama dansın içindeyken evrenin yaratıcısını temsil eder..Lider odur…Müzikten önce onu dinlemen ve takip etmen gerekir…Önce o vardır…Sonra müzik…Ve çoğumuz Tango’ya ilk başladığımızda bu hatayı yaparız…Müziğe öncelik verme hatasını..Müzik tehlikelidir…Seni alır götürür…Ayağını yerden kesebilir…Tıpkı duygularımız gibi… Duygularımız biz gerçekten uzaklaştırır, yanlızlaştırır…
İşte o zamanlarda da olduğu gibi destekçin ve tek dayanağın partnerindir…Partnersiz Tango olmaz…Partnersiz hayat, hayat olmaz…Hayatta tek gerçek partner vardır o da Evrenin Yaratıcısı, Tek ve Mutlak Hakimi’dir.

Kendi kendine dans edemezsin…O’nu yadsıyamazsın… Dans ettiğini sanırsın…O sana kendini  her an, her yerde her şekilde hatırlatır… Onsuz sen bir hiçsindir. Ayrı ve kopuksundur…Tatsız ve bahtsızsındır. Dans pistindeki partnerini iyi seçmen gerektiği gibi yaşamda da partnerini iyi bellemek gerekir…Esas olanı unutur, yansımalarına tutunursan kendini sen de Tango’da rondo monad hak getire bir halde bulabilirsin işte J
Özgürleşmeyi, bütünleşmeyi ve birleşmeyi arar durursun…Çoğu zaman, çoğu insanın yaptığı gibi döner döner durursun gerçekten bilhaber…
İşte yine söylüyorum…Partnerini iyi seçmen, iyi bellemen gerekir…
O’nun gerçekte kim olduğunu iyi bilmen gerekir.
O Evrenin Yaratıcısı ve  Herşeyin hakimidir… Rondo’da olduğu gibi hayatta da atacağın adımın yönünü de biçimini de o belirler…Sen sıkı bir takipçi olmadan bu dansta  ilerleyebilmenin mümkün olmadığını er geç anlarsın.
Gerçeği işte böyle düşe kalka öğrenirsin…Sen varsan ve dansa/bütünleşmeye hazırsan partnerin de hazırdır…O senin için ordadır.... O hep vardır. O her an her yerde herşeyin içinde var olandır.

İşte benim Tango’dan anladığım budur…Şimdilik budur…Neden Tango’yu seçtiğim  ya da neden O’nun beni seçtiği aşikardır…
Senin yakaramadığın her acın ve o acıların sana kazandırmış olduğu o tuhaf haz...evet evet! Acıdan duyduğun haz.... Acına olan tutkunluğun ve  tutsaklığın… O paradox…ve onun orda, dans pistinde, dansın içinde ulu orta var olabilme, dolaşabilme özgürlüğü...Bastırdın çünkü onu.... Yok saydın…Hissetmekten korktun ve kaçtın yıllarca... Ama o seni işte böyle hiç beklemediğin bir yerde yakaladı ve ortaya çıkmanın yolunu buldu... Şimdi özgür! O özgürse sen de özgürsündür diyebilirmiyiz? Dans özgürleştirir diyebilir miyiz?
Kaç kişi dans etmek istiyorum, dansı seviyorum, danssız bir hayat düşünemiyorum derken dansın bu terapötik etkisinin farkındadır ki?
Orda, o dans okulunda, o dans gecesinde  aslında iyileşmek için var olduğunun farkındadır ki?



Çiğdem
04.04.2015
İstanbul



24 Temmuz 2014 Perşembe

-->

 YULARIN VE SEN

‘’ Tanrı’nın rahmeti, kahrından ileridir; kahrından fazladır ve ezelidir. Bu yüzden de bir kimseyi belalara uğratması rahmetindendir. ‘’ Mesnevi 3/4166

‘’Varlık sermayesi elde edilsin diye rahmeti, kahrından ileridir, üstündür.‘‘ 
Mesnevi 3/4166

‘’Etle deri lezzetsiz meydana gelmez. Fakat onlar meydana gelmedikçe sevgilinin aşkı, onları nasıl eritebilir.? ‘’ 3/4168

‘’İşte bu takdir neticesi olarak sen de kahırlara uğrarsan eseflenme... Bu kahırlar yüzünden elindeki sermayeyi sevgiliye bağışlarsın. 3/4169

Yusuf Peygamberin hikayesini anlattım. Kuyudan nasıl kurtulduğunu, Mısır sarayına gittiğini, sonra yine KISKANÇLIK DOLAYISIYLA zindana atıldığını, orada bir rüyayı tabiri dolayısıyla kurtulduğunu ve bu kez önemli görevlere getirildiğini…

SABIRSIZIM  ben dedi. Artık kendine dönmeye başlamıştı. Aynada kendini görmeye başladı. Gözler içe döndü.

Hemen olsun isterim. Her şey MÜKEMMEL olsun. Sıkıntı bana uğramasın.

Bir yandan da GÖZDE OLMAK istiyorsun. Bunun için gözden düşmeyi göze almalısın.

Bilmiyorum. Hiç bir şey düşünemiyorum. İyice UNUTKAN oldum. Hiçbir şeyi aklımda tutamıyorum.

Akla aykırı İNANÇLARIN var, dedim. Örneğin bir şey istediğim gibi olmazsa buna dayanamam, diye inanıyorsun. Bunun SONUCU BUNALTIDIR. Sana mesaj veriyor bunaltın. Vazgeç diyor bu inançtan. Bu akla aykırı.

Büyükbabamı anlattım ona. Küçükken yanında kalırdım bazen. Koyunları olurdu mutlaka birkaç tane. Getir bahçeye çak kazığını otlansın derdi. Çakardım bir yere biraz sonra biterdi etrafındaki otlar, başka daha fazla otun olduğu bir yere çak derdi sonra. Fakat koyun alıştığı yeri terk etmek istemezdi. Yularından tutup zorla çekerdim, ite kaka. Ben anlatırken Kılavuzum gülümsedi. Yular DEPRESYON işte dedi. Fakat çoğu insan yuları çekene değil de yulara bakar. Mesajı almak istemez bir türlü.

Yani bunaltılarım benim direnmemden mi kaynaklanıyor?

Duymaya başladın dedim.İnancını alternatifiyle değiştirelim mi? diye de ekledim.

Değiştirelim bakalım, dedi. Bir yandan da ne kadar inatçı olduğundan bahis açtı. İnatçılığından söz etmeye başladı. Ses etmedim. Bitince akla uygun yeni inancını seslendirdim. Bak şöyle inanacaksın bundan sonra:

İŞLERİN İSTEDİĞİM GİBİ GİTMESİNİ TERCİH EDERİM, FAKAT OLMAZSA DA BUNA DAYANABİLİRİM. ZİRA BAZEN BENİM İSTEDİĞİM GİBİ OLUR, BAZEN OLMAZ.

Olur dedi. Denerim.

Deneme. Yap. Biraz sertçe söyledim.

Sustu. Tamam dedi. Artık Kılavuzum da duymaya başladığını görünce yanına yaklaştı ve artık O konuştu:

‘’ Yaz mevsimi sürüp gitseydi güneş bağları bahçeleri yakar kavururdu. 3/3736

‘’ Nebatları kökünden yakardı bir daha o yanıp kavrulan şeyler yenilemezdi, yeşerip tazelenmezdi. 3/3737

‘’ Kışın yüzü ekşidir ama şefkatlidir... Yaz gülümser ama yakar, yandırır!’’ 3/3738

‘’ Darlık geldi mi onda genişlik gör de canlan alnını kırıştırma. 3/3739,

Hepsini duyamadım. Onlar konuşmaya devam ettiler. Ben uzaklaştım.

Ya yola inanıp yolcu olmayı seçecekti. Ya da yuları boğazından asılmaya devam edecekti.

Yorgun hissettim kendimi biraz. Yularını Kılavuzuma bırakıp kendi yularımı çekene döndüm.

Sn. Dr. M. Faik Özdengül'ün RUMİ ve AŞKIN TERAPİ kitabından alıntıdır.

11 Ocak 2012 Çarşamba

'' Kendi EVEREST'inize Tırmanın ''




Sevgili Nasuh Mahruki'nin Kendi Everest'inize Tırmanın adlı kitabından çok beğendiğim iki alıntı...

'' Her şey ve her yer
  burası ve orası özde aynı
  
  kendi yoluna gitmeli
  kendi dağına tırmanmalı
  kendi denizine dalmalı
  kendi göğünde uçmalı

  kendi gözlerinle görmeli

  kendine gitmeli
  kendine tırmanmalı
  kendine dalmalı
  kendine uçmalı

  kendini görmeli

  gittim, tırmandım, daldım, uçtum

  görülmek için çok büyük ama
  görmek için çok küçükmüş ''

Sokrates'in bir sözünü de alıntı yapmış arada :
 '' Bir insanın hayattaki en önemli faaliyeti ruhuna gereken özeni göstermesidir.'' 
ve eklemiş:   '' Bu kitabı okuyarak ruhunuza özen göstermiş olacağınızı biliyorum.''

Ne kadar özgüven dolu, değil mi? ve bir o kadar da tevazu! Görülmek için çok büyük ama görmek için çok küçükmüş demiş!

Tekamül, hayat yolculuğumuzda adım adım gerçekleşen bir tırmanıştır der üstadlar!

Nasuh Mahruki de kendi hayat yolculuğunda manevi tekamül tırmanışını, maddi dünyanın gerçekleri içinde yer alan dağ tırmanışlarıyla paralel gerçekleştirmiş, örnek bir başarı modelidir bana göre.
Nasıl Everest'e tırmanmak herkese nasip olmaz bir deneyimse, kurucusu olduğu Akut Derneği ile yaptığı çalışmalar da herkese nasip olmayacak işlerdendir.
Hepimiz bir şekilde kendimizi en iyi yaptığımız işlerle ifade ediyoruz.  Bana göre en kıymete değer olan iş, insanın zihninin ve kalbinin içinden geçenleri bu hayatta yaşarken edindiği deneyimlerle birleştirerek insanlıkla paylaşıma açmasıdır. Kendini paylaşmasıdır yani...
Nasuh Mahruki'nin kitapları bu anlamda değerli örneklerdir bence.
Yazdığı yazılarıyla sanki, yaptığı işlerin güzelliğini, sıradışılığını ve özgünlüğünü öne çıkarmak ihtiyacı hissetmeden, bizlere benim yaptığım hiçbirşey değilmiş, siz de yapabilirsiniz ve ben yapabileceğinizden eminim, yapabileceğinizi biliyorum çünkü ben yaptıysam ben gördüysem siz de yapabilirsiniz, görebilirsiniz demek istemiş;  başarmış olmanın verdiği  özgüveni bize de aşılamak için, tırmanış deneyimlerinden çok, o deneyimlerden edindiği farkındalıklarının esas olduğunu anlatmış....
O yüce dağlara tırmanırken aslında kendi içindeki ulu güce tırmanışını gerçekleştiryor olmanın farkındalığı edinmiş olduğu en önemli hazinesi olsa gerek...
Yoksa tüm o tırmanışların ne kadar da ''küçük'' olduğunu haykırmanın, kaleme almanın ve yayınlamanın bu kadar ihtiyacında olabilir mi insan!
Bir başka önemli noktada insanın kendine güvenirken diğerlerine de aynı derecede güvenebiliyor olması, sen de kendi Everest'ine tırman demesi nasıl bir iman olsa gerek!
Allah'tan bunun için illede Everest'e tırmanmamız gerekmiyor gerçekten:)))))

Aşağıdaki alıntı da  Bir Dağcının Güncesi adlı kitabından:

'' Her insan kendine has bir ruhtur. Bu ruhun yaşamının kendine ait deneyimleri, acıları, mutlulukları, başarıları, sorunları vardır. Bazı gelişmiş ruhlar arayış içindedirler ve yaşamlarındaki deneyimlerinden sürekli bir sonuç çıkarmaya çalışırlar, hep daha iyiyi, daha mükemmeli ararlar.
Mutasavvuflar, dünya hayatını gerçeğe - Allah'a - ulaşmak için yapılan bir ruh yolculuğu olarak görürler, bu yol da kişinin kendini tanımasından geçer. 
Aynı şekilde Zen Budizmi de kişinin gerçeğe ulaşması için kendini tanıması gerektiğini salık verir çünkü gerçek kişinin kendi içindedir, öğretilemez ve anlatılamaz, bunun ortak bir yolu yoktur. Buna göre herkes kendini dinlemeli ve kendi yolunu kendi içinde bulmalıdır. ''
Teşekkürler Nasuh Mahruki!